Prof Dr Şirin, öğrenci ve emekçilerin tepkilerinin ardındaki çaresizliğe dikkat çekti: Bıçak kemiğe dayandı

5

Prof Dr Tolga Şirin Cumhuriyet’in sorularını yanıtladı.

– Siz İmamoğlu’nun avukatı Mehmet Pehlivan ile birlikte “Yargı Tacizi ve İmamoğlu” başlıklı bir çalışma yapıyorsunuz. Neden “yargı tacizi” dediniz?

Yargı tacizi, siyasi iktidarın, gazeteciler ve insan hakları savunucuları gibi muhalefet cephesinden kişilere karşı sürekli dava veya soruşturma açarak, onları yıldırma veya susturma pratiğine deniyor. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM) da bu kavramı kullanıyor ve Türkiye’de yaygınlaştığını belirtiyor. Ekrem İmamoğlu’nun durumunun da bu kapsama girdiği kanaatindeyiz.

– Çalışmanızın içeriğinden söz eder misiniz?

Mart 2019 seçimindeki çok tartışmalı YSK kararını, seçimi iptalini zaten biliyoruz. Bundan sonraki süreçlerde de benzeri olaylar gözlemlendi. Özellikle Ahmak Davası bunun tipik örneği. 2 yıl 7 ay 15 gün ceza çıkmış benzer bir dava bulmak oldukça zordur. Dava sürecinin uzaması, yargıçlara baskı iddiaları ve bu davanın iktidar ve muhalefet tarafından manipülatif şekilde kullanıldığı iddiaları davayı sıra dışı kılmaktadır. İHAM, Altuğ Taner Akçam/Türkiye kararında belirsiz ceza hükümlerinin keyfi kullanılmasının bile mağduriyet oluşturabileceğini kabul etmiştir. Dilipak/Türkiye kararında ise, böyle davaların sürüncemede kalmasının bir tür “Demokles’in Kılıcı” gibi işlediğini belirtmiştir. Ekrem Bey’in durumu da bu kapsamda değerlendirilebilir ve bireysel başvuru koşulları mevcut kanaatindeyiz.

‘SORUŞTURMA FURYASI VAR’

Bu davaya eşlik eden soruşturmalar furyası var. Ekrem İmamoğlu’na yönelik bu süreçte tehdit, görevi kötüye kullanma, ihaleye fesat karıştırma, rüşvet gibi iddialarla 50’ye yakın soruşturma açılmış, bunların 31’i kapatılmış. Dosyaların içeriğine baktığınızda COVID-19’da otobüslerin doluluğu, İBB’nin kişisel verileri kopyaladığı iddiası, bazı CHP’lilerle teröre destek verildiği suçlaması, Büyükada’daki minibüslerin uygun olmaması gibi çeşitli iddialar bulunuyor. İmamoğlu söz konusu olduğunda titiz bir inceleme eğilimi olduğu izlenimi oluşmaktadır. Ayrıca ihaleye fesat bağlamında da benzer türden bir yığılma var. Örneğin Beylikdüzü Belediye Başkanlığı döneminde 2015’te yapılan bir ihale yüzünden 2020’de geriye dönük inceleme başlatılmış, bu inceleme 2022’de adli soruşturmaya dönmüş ve 2023’te ihaleye fesat karıştırma davası açılmış. Dava hâlâ Büyükçekmece 10. Asliye Ceza Mahkemesi’nde. Normalde 409 günde bitmesi gereken dava 811. güne sarkmış. Bilirkişi raporları İmamoğlu’nun lehine çıkmış; ihalede kamu zararı oluşmamış, hatta kamu yararına daha düşük ücret ödenmiş. Ancak buna rağmen dosyaya nereden geldiği ve niteliği tam olarak anlaşılamayan bir belge sunulmuş. Lehe karar beklenirken savcı değişmiş, yeni savcı dosyaya hazırlanmak yerine kendisine devredilmesini istemiş ve dava yine aylar sonrasına ertelenmiş. Bu dava da bir tür “askıda tutma” durumunu yansıtıyor.

ERDOĞAN’DAN MANEVİ TAZMİNAT DAVASI

Bir de son dönemin polemikleri var malum. Sayın İmamoğlu’nun Ahmet Özer’in tutukluluğunun hukuka aykırılığı hakkında yaptığı konuşmada “eli sopalı” ve “karanlık hamlenin peşinden koşan bir iktidar” ifadelerini kullandı diye Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından açılan 1 milyon TL’lik manevi tazminat davası var. Bunlar da bir nevi caydırıcı etki yaratıyor.

SAVCI İÇİN CEZA DAVASI

Keza CHP Gençlik Kollar Başkanı Cem Aydın’ın paylaştığı bir tiviti yüzünden sabah saatlerinde evinden alınmasıyla ilgili olarak Ekrem Bey’in İstanbul Cumhuriyet savcısına söylediği “Senin evlatlarını bu muamelelerden kurtarmak için seni yöneten aklı milletin zihninden söküp atacağız” ifadesi için açılan ceza davası var.

BİLİRKİŞİ AÇIKLAMASI

Sonrasında, CHP belediyeleriyle ilgili dava süreçlerinin neredeyse hepsinde karşımıza çıkan bir bilirkişi ile ilgili yaptığı basın açıklaması var, biliyorsunuz. Onun üzerine de açılmış bir dava var. Bunlar yetmezmiş gibi, günümüzdeki mevzuat hükümlerini geriye yürüterek verilmiş bir diploma iptali kararı var. Tüm bu kararlar, AYM’nin veya İHAM’ın kararlarının yok sayılması pahasına veriliyor. AYM’nin, Abidin Pişgin kararı diploma iptalleri konusunda nettir. O kararı okuyan biri Ekrem Bey’in diplomasını elinden alamaz.

‘AHMAK DAVASI İLE BAŞLADI AMA ÇEŞİTLENDİ’

Tüm bu olaylar bir arada değerlendirildiğinde, ortada yargı süreçlerinin kötüye kullanımı olduğu kanaati doğmaktadır. Çalışma, Ahmak Davası ile ilgiliydi aslında. Ancak süreç dallanıp budaklandıkça konular çeşitlendi. Gözaltı sonrasında veya tutuklama kararı üzerine, keza evinin aranma biçimine dayalı olarak bireysel başvuru koşulları oluşmuş görünüyor. Bunlar birer değer yargısı değil. Her biri yargı kararlarına dayanan birer olgusal gerçek.

– İBB’ye operasyon, terör ve yolsuzluk iddialarıyla yapıldı. Somut deliller nedir?

Bu soruşturma gizli olduğundan, iddiaların net bir şekilde bilinmesi henüz mümkün değil. Ancak bazı gazetecilerin, sanki her şeyi biliyormuşçasına ve yargı sürecini etkileyecek şekilde yorumlar yaptığı izlenimi oluştu bende. Bu durum, kamuoyunda belirli bir algı yaratmaya yönelik bir çabanın parçası gibi. Gizli bir soruşturma söz konusu olduğunda, olağan gazetecilik faaliyetiyle elde edilmesi güç bilgilerin, peşin hüküm içerecek biçimde aktarılması, masumiyet karinesini zedeleyebilir. Basın özgürlüğü önemli bir hak olmakla birlikte, İnsan Hakları Mahkemesi’nin de vurguladığı gibi, bu hakkın kullanımı sorumlulukları da beraberinde getirir. Özellikle “şiddetli medya kampanyaları” kamuoyunu yönlendirme potansiyeli taşıdığı gibi, yargılamanın adilliğini de olumsuz etkileyebilir.

‘GİZLİ TANIK BEYANI DELİLDİR AMA…’

Basına yansıyan iddialar üzerinden sağlıklı bir değerlendirme yapmak mümkün değil. Fakat Ekrem İmamoğlu’nun sosyal medyaya düşen ifade tutanaklarında, sunulan delillerin büyük ölçüde gizli tanık beyanlarına dayandığı gördük. Ceza hukukunda gizli tanıkların beyanlarının delil olarak kullanılabileceği kabul edilse de, bu tür delillerin sınırlı güvenilirliği vardır. Özellikle tanıkların, kendi beyanlarına öznel yorumlar katmaları durumunda bu beyanların delil gücü daha da zayıflar. Dolayısıyla, bu tür beyanların belirleyici delil olarak kabul edilmesi yerinde olmaz. Olursa bu ihlal yaratır.

– Evinden alınma biçimi için ne dersiniz?

Bir hukukçu olarak, gizli tanık beyanlarına dayanılarak bir kişinin sabahın erken saatlerinde geniş çaplı bir polis operasyonuyla evinden alınmasını doğru bulmadığımı belirtmek isterim. Ayrıca, bu durumun İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin Gutsanovi kararındaki ilkelerle çeliştiği kanaatindeyim. Gutsanovi kararına göre; şiddet geçmişi olmayan, polis çağırdığında ulaşılabilecek durumda olan tanınmış bir siyasetçinin, ailesinin gözü önünde, silahlı polislerin katılımıyla gözaltına alınması, özel hayata ve aile hayatına saygı hakkını ihlal edebilir. Bu olayda da benzer bir ihlalin bulunduğu değerlendirilmeli.

– Mal varlıklarına el konulmasını nasıl değerlendiriyorsunuz, insanların mal varlıklarına ne zaman el konur?

Bu konuda ayrıntılı bilgiler ortaya çıktıkça değerlendirme yapılabilir. Fakat bu aşamada şunu söyleyebilirim: El koyma işlemi istisnai ve geçicidir. Yani bu bir tedbirdir. Fakat kanun, yetkililere açık çek vermez. Böyle bir tedbir için suçun işlendiğine ve bu suçlardan elde edildiğine dair somut delillere dayanan kuvvetli şüphe olmalıdır. Bu şüphenin bulunup bulunmadığını, gerekçeler ortaya kondukça göreceğiz. Fakat peşinen şunu da söyleyeyim ilke olarak: Anayasa Mahkememize göre kuvvetli suç şüphesi olan hâllerde bile bu el koymaların ölçüsüz ve kişinin mülkiyet hakkından tamamen yoksun kalmasına neden olunmamalı. Kişileri mahvedecek ölçüsüz tedbirler mülkiyet hakkını ihlal eder. Bir tedbir, peşin hüküm ve yargısız infaz aracına dönmemelidir.

– CHP’nin gelecek seçimde adayını belirlemek için harekete geçmesi yaşanan süreçte ne kadar etkili oldu?

Hükümete yakın medyada ve bazı gazetecilerin açıklamalarında, zamanlamanın bilinçli şekilde belirlendiğini düşündürten değerlendirmeler yapıldığı görülüyor. CHP’nin ön seçimi olan 23 Mart 2025’ten önce Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınacağı gibi söylemler bu basında yer aldı örneğin. Bu durum, geçmişteki, kumpas davaları diye adlandırılan bazı dava süreçleriyle benzerlikler gösteriyor.

‘ZAMANLAMA KESİŞİYOR’

Ekrem İmamoğlu özelinde konuşmak gerekirse; Ahmak davasının belirli aşamaları, İmamoğlu’nun adaylık süreci açısından da kritik eşikler oluşturmuştur. Siyasi açıklamalar ile dava süreçleri arasında bir zamanlama kesişmesi olduğunu görüyoruz. Özellikle, İmamoğlu’nun aday adaylık dilekçesini CHP’ye sunduğu gün ile diplomasının iptaline konu olan soruşturmanın başlatıldığı günün aynı olması gibi olaylar, bu izlenimi güçlendiriyor.

İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi, bu tür zamanlama kesişmelerini “yetki saptırması” olarak nitelendirebileceğini çeşitli kararlarında belirtmiştir. Bu temel haklara politik amaçlarla müdahale edildiği anlamına gelir. Zamanlama ve yandaş medya açıklamaları ki buna “pro-governmental media” deniyor, politik amaç saptamasında kullanılır.

– CHP olağanüstü kurultay kararı aldı. Bu karar, kayyımın önüne geçer mi?

CHP’nin 38. Olağan Kurultayı’nın iptali istemiyle açılan davalarda, üç ayrı mahkeme, “ihtiyati tedbir” talebiyle mevcut yönetimin görevden uzaklaştırılması taleplerini reddetti. Bu kararların dışında farklı bir gerekçe veya yeni bir durum olmadığı sürece, alınan bu kararların geçerliliği devam etmekte. Mevcut mahkeme kararlarına aykırı herhangi bir işlem yapılmasını öngörmek mümkün değil. Bu tür mesnetsiz iddiaların kamuoyunda tedavüle sokulmasını tehlikeli görüyorum.

– CHP’nin kurultay kararının ardından MHP Genel Başkan Yardımcısı Feti Yıldız yaptığı paylaşımda mevcut yönetimin kurultay kararı alamayacağını söyledi. Yorumunuz nedir?

Öncelikle, akademik olarak şunu kaydedeyim: Bir kurultay yapılması kararı yenilik doğurucu işlemdir ve parti aleyhine bir tasarruf anlamına gelmez. Kurultay kararı alındıktan sonraki yeni durumlar alınan karara etki etmez. Meraklısı, Anayasa Mahkemesi’nin E. 2004/2 sayılı ihtar kararını okuyabilir.

Olamaz ama burası Türkiye malum… Bir kayyım atanır ise bu kişi, zaruri sayılabilecek işleri geçici olarak yürütmekle ve parti aleyhine bir işlem olmamasını temin etmekle mükellef olur. Sayının veya önceki süreçlerin önemi yok. Kurultay kararı partinin aleyhine değildir, karar alma süreçlerini pekiştirmeye matuftur.

‘ÇAĞRI VE UYARILAR ANAYASAL BİLİNCİ GÜÇLENDİRİR’

– CHP’nin sokak çağrılarının sonucu ne olur?

CHP’nin “sokak çağrıları” sanki şiddete çağrıymış gibi aktarılıyor hükümete yakın basında. Oysa böyle bir çağrı yok; aksine, ısrarla anayasanın 34’üncü maddesindeki koşullara uygun şekilde barışçıl protesto hakkından bahsediliyor. Anayasa, anayasal hakların kullanılmasıyla kazanılır. Kâğıt üzerinde yazılı olanlar, yurttaşların bilinçli biçimde onu sahiplenmesiyle vücut bulur. Bu çağrıların ve uyarıların yurttaşların anayasal bilincini güçlendireceğini düşünüyorum.

‘EZİCİ ÇOĞUNLUK BARIŞÇIL’

Göstericilerin ezici çoğunluğunun barışçıl olduğunu ve meşru bir pozisyonda durduğunu görüyorum. Fakat bazı kolluk güçlerinin meseleyi fazla kişiselleştirmiş olduğu görülüyor. Bu yadırgatıcı. Keza AYM’nin kararlarına da uyulmuyor. Bu kararlara göre bazı göstericilerin şiddete bulaşmış olmaları, şiddete bulaşmamış olanların gösteri hakkını kategorik olarak yasaklama gerekçesi olamaz. Buna uyulmuyor.

– “Sine-i millete dönmek” değerlendirilmeli mi, nasıl bir mücadele yöntemi izlenmeli?

Biliyorsunuz sine, yürek ya da göğüs anlamına gelir. Günümüzde “halkın bağrına dönmek” anlamına gelen “sine-i millete dönmek” ifadesi, Türkiye’nin çok partili siyasi hayata geçmesiyle birlikte ortaya çıkmış ve Türkiye’ye özgü bir anlam kazanmıştı.

‘DOĞUŞU DP’YE DAYANIYOR’

Belki bir hatırlatma yapmak gerekir. Bu kavramın doğuşu Demokrat Parti (DP) çevrelerine dayanır. DP’liler bu kavramı ilk kez 1946 seçimlerinin hileli olduğunu savunurken kullanmışlardı. Onlara göre, seçimler şaibeli geçmişti ve sonuçlar gerçekleri yansıtmıyordu. Bu nedenle, seçimler adil yapılmış gibi davranarak Meclis’e gitmenin sadece hileyi onaylamak, iktidarın figüranı olmak ve onun meşruiyetine hizmet etmek anlamına geleceğini ifade etmişlerdi. Bu nedenle, meşruiyeti bulunmayan bir Meclis’te zaman kaybetmek yerine halk arasında mücadele etmeyi tercih ettiklerini “sine-i millete döneriz” diyerek belirtmişlerdi.

‘27 MAYIS’TAN SONRA AP BENİMSEDİ’

Bu söylem, 27 Mayıs’tan sonra Adalet Partisi (AP) tarafından da benimsenmişti. Askeri müdahale sonrasında oluşan yeni Meclis’te AP’ye yönelik baskıların artması üzerine partinin radikal unsurları, “sine-i millete dönme” düşüncesini tekrar gündeme getirmişti. Aynı şekilde, merkez sağın önemli isimlerinden Süleyman Demirel de 1970’lerde bazı milletvekillerine yönelik ceza gündeme gelince, “Bize Meclis’te siyaset yapma yollarını kapatırsanız sine-i millete döneriz” diyerek bu söylemi kullanmıştı.

‘DYP TEHDİT UNSURU YAPTI’

1990’lı yıllarda ise DYP, Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı görevini ANAP tarafından zorla kabul ettirilmesine karşı tepki olarak bu söylemi bir tehdit unsuru olarak kullanmış, hatta DYP’den Murat Sökmenoğlu gibi bazı vekiller protesto istifalarını bu söylemle güçlendirmişti.

‘MERKEZ SAĞ KULLANDI’

Aslında merkez sağ siyasetçiler, “millî irade” metaforunun bir tamamlayıcısı olarak bu söylemi kullanmışlardır. Ancak bu kavramın gerçek anlamı, bu söylemi dile getirenlerin gerçekte “sine-i millete dönmemiş” olmaları nedeniyle tam olarak bilinmemektedir. Fakat bu durum, bu tür kavramların Almanca’da “kampfbegriff” olarak adlandırılan, yani “politik mücadele kavramları” olduğu gerçeğini değiştirmez. Etkisi ve ağırlığı, toplumsal gerçeklerle uyumlu olduğu ve toplumdaki rahatsızlık duygusuyla örtüştüğü ölçüde artar ve esasen “hegemonya inşası”nda işlevsel bir rol oynar.

‘İŞÇİNİN EYLEMİ BAŞKASINA BENZEMEZ’

Türkiye’de, bu kavram söyleyeni “milli” ve “halkçı” konumuna yerleştirirken, muhatabını halktan kopuk ve ihanet içinde gösteren bir anlam inşa edebilir. Ancak bu, bütün “mücadele kavramları”nın bir ölçüde belirsiz ve göreceli olmasıyla ilgilidir. Kavramın anlamı ve işlevi bağlamına göre şekillenir. Ajitasyon tarafı ise çeşitli pratiklerle doldurulabilir. Sol açısından bu pratikler, imza kampanyalarından, kitlesel toplantılar ve forumlar düzenlemeye, dayanışma dernekleri kurmaktan genel grev örgütlemeye kadar uzanabilir. Ben bunların içinde özellikle emekçilerin rolünü merkezi görürüm. İşçi sınıfının doğrudan eylemi, başkasına benzemez. Ama bu benim bir yurttaş olarak görüşüm. CHP açısından durum nasıl göreceğiz.

‘HALK BÖYLESİ YÖNTEMLERI AŞIRI BULUYOR’

– Bu süreç İmamoğlu’nun siyasi geleceğini nasıl etkileyecek sizce?

Ben bu sürecin Ekrem İmamoğlu’nu güçlendirdiğine inananlardanım. Hükümet cenahında bile bu süreçteki sorunu görenler artık dayanamayıp dile geliyor. En son eski AK Parti İzmir Milletvekili Hüseyin Kocabıyık vakasında böyle oldu. “Recep Tayyip Erdoğan… Geleceğin yer burası mıydı? Biz bunlar için mi mücadele ettik? Bunun için mi mahkemelerde süründük yıllarca? Sen aslında kendine darbe yaptın haberin yok!” diye konuştuğu söyleniyor. Bu tür söylemleri kendi çevremizde de bizzat AK Parti seçmenlerinden de duyuyoruz. Ortalama bir yurttaş veya halkın çoğunluğu diyeyim, böylesi yöntemleri doğru bulmuyor ve aşırı görüyor, kanımca.

‘TEPKİLER İMAMOĞLU İLE SINIRLI DEĞİL’

Ekrem İmamoğlu, sevilen bir lider. Örneğin ifadeye çağrılsa savcılığa kendiliğinden geleceği açık ama evinden alınma biçimi gerginliği yükseltecek biçimdeydi. Kaçacak hâli yok ama buna rağmen tutuluyor. Keza hakkında açılan davalar, siyasetin olağan akışına yargının fazla müdahil olması anlamına geliyor. Ortalama yurttaş bunu da yadırgıyor. Bir de bence tepkiler İmamoğlu meselesiyle sınırlı değil. Ülkede ahlaki bir çürüme var. Ekonomik kriz çok ağır. Ortalama bir öğrenci bir kuşak önceki öğrenci gibi bir kafeye bara gitmekte bile zorlanıyor. İşe girerken liyakat meselesinin göz ardı edildiğini ve kayırmacılığın yaygınlaştığını görüyor. Emekçiler açısından artık bıçak kemiğe dayandı. İnsanlar yoksullukla boğuşuyor ve çok çaresizler. Ekrem İmamoğlu bir çıkış kapısı gibi göründü ufuktan onlar için. Ona uygulanan muamele ise artık dayanılmaz geldi diye düşünüyorum.

– Türkiye nasıl bir süreçte?

Bence çok kritik bir dönemeçteyiz. Demokrasiye yeniden dönme olasılığımız iyice azalmıştı. Bunlar belki de son demler. Fakat ben burada iktidar partilerinden çok muhalefet partilerinin tutumlarını belirleyici sayıyorum. Onların ne yapacağı veya yapmayacağı olayların seyrini ortaya koyacak.

‘SİYASİ PARTİLER HUKUK BÜROSU DEĞİL’

Bence gereğinden çok hukuk konuşuyorlar. Daha önce de ifade etmiştim: Biz hukukçulara mikrofon uzatırsanız size hukuk yollarını anlatırız, amenna. Fakat muhalefet partileri birer “hukuk bürosu” değildir. Sözüne güvenilen siyasetçilerin sadece hukuk yollarına işaret etmekten vazgeçmesi gerekiyor. Çünkü Türkiye’de özellikle böyle vakalarda yargının siyasetten bağımsız olduğu yanılsaması, en iyi ihtimalle bir hayal, en kötü ihtimalle bir teslimiyettir. Eğer bir karar siyasi ise, siyaseti hukuka indirgemek demokratik değil, teknokratik bir tutumdur. Sıradan insanı olan bitenden uzaklaştırır, süreci soyut ve ulaşılmaz hâle getirir. Siyaset, imkânsızı mümkün kılma sanatıysa, muhalefetin de ortalama bir hukukçunun ya da yurttaşın vereceği tepkilerin ötesine geçmesi, yaratıcı ve dinamik olması gerekiyor. Bundan sonrası, muhalefetin siyaseti nasıl şekillendireceğine bağlı. Hukuk, iyi ya da kötü, olsa olsa onu takip eder. Mustafa Kemal Paşa’nın dediğin hatırlamak lazım belki: Umutsuz durumlar yoktur, yalnızca umutsuz insanlar vardır.

PORTRE

İzmir’de doğdu. Hukuk alanındaki lisans ve lisansüstü eğitimini Marmara Üniversitesi’nde tamamladı. Lisans eğitimi sonrasında Londra Birkbeck Üniversitesi’nde insan hakları hukuku eğitimi aldı. Doktora ve doktora sonrası aşamalarda Köln Üniversitesi Doğu Hukuku Enstitüsü’nde araştırmacı olarak görev yaptı. 2006-2008 yılları arasında İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi yürütme kurulu üyeliğinde bulundu. Ondan fazla kitap ve çok sayıda makalesi olan Şirin, İstanbul Barosu’na kayıtlı avukat ve Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı’nda profesör olarak çalışıyor.

Mehmet Şimşek